1960’ların sonu. 1970 başları. Almanya işçi alıyor. Türkiye gibi ülkelerden yoğun başvuru var. İlimizden de Almanya’ya işçi olarak çalışmak isteyenler var. İş ve İşçi Bulma Kurumunun önü hınca hınç dolu. Uzun kuyruklar oluşuyor.
Tanıdık bir simayı bir babamın tanıdığı Geçitli köyünden Yusuf isimli biri de müracaatta bulunmuştu.
Almanya’ya işçi olarak gitmek için. Kurada kendisi çıktı ve Almanya’ya gidecekti. Maddi durumu olmadığından rahmetli babamın yanına geldi ve gereken maddi desteği alarak Almanya’ya gitti.
Aradan birkaç yıl geçti. Yusuf izin alarak memleketine Türkiye’ye, Hakkâri’ye geldi. O zaman için ilk kez Hakkâri’den yurt dışına işçi olarak çalışmaya giden birisi çok gözdeydi ve herkes nasıl gittiğini, neler yaptığını ve oradaki hayat şartlarını sorarak evlerine davet ediyor veya kahvelerde bu minval üzerine konuşmalar yapılıyordu.
Delikanlıydı Yusuf abi, borcunu ödemek ve babamla sohbet etmek üzere beraberinde getirdiği bir hediye fotoğraf makinesi ile evimize geldi. Hoş beşten ve çaylar içildikten sonra koyu bir sohbet ortamı oluştu babamla aralarında. Bende pür dikkat izliyor ve dinliyorum.
Şöyle diyordu Yusuf abi. İbrahim abi fedakârlık ve çalışmanın ne olduğunu Almanlardan öğrendim. Şöyle bir olay başımdan geçti bunu anlayıncaya kadar. Bir Almanla fabrikada çalışıyorduk. Alman başımızda şefti.
Mesai bitimine çok az kalmıştı. Bende mesainin bitmesini dört gözle bekliyordum. Fakat yanımdaki şef Almana baktığımda onun hiçbir acelesinin olmadığını, hatta yarınki iş için hazırlıklar yaptığını gördüm.
Ne yapıyorsun dedim. Mesai bitiyor ve sen halen çalışıyor ve işi bırakmaya niyetli görünmüyorsun. Bana “Arkadaşım ben Almanım. Bu vatanın bana ihtiyacı var ve ben bu vatana fedakarlığımı çalışmakla ödeyeceğim. Mesai bitse bile ben iki saat fazla çalışarak bu fedakarlığımı yapacağım ve yapıyorum” dedi.
Bende büyük bir iş yapmışçasına “Valla bizde mesai biter bitmez iş bırakılır ve çalışılmaz. Niye fazla çalışayım ücret almadan” dedim.
Alman şefin bana söylediği sözler kulaklarımdan girerek beynimde silinmeyecek izler ve düşünceler bıraktı.
Alman şef küçümser ve gururlu bir eda ile bana “Onun için değil midir ki, buralara çalışmaya geliyor, ağız kokumuzu çekiyor ve hiçbir Almanın çalışmak istemediği pis işleri yapıyorsunuz.” Dedi.
Evet, sen, ben kısacası hepimiz. Hangi işimizi yaparsak yapalım hangimiz bu duyarlılığı taşıyabildi, bu duyarlılığı gösterdi ve bu duyarlılıkta çalıştı. Çoğumuz mesai bitmeden bile işini bırakıp gitti. İşini terk etti.
İşinde sıvışmak, işinde kaytarmak için neler yaptı? Kaç tane sahte izin aldı, sahte rapor aldı ve işini layıkıyla yerine getirebildi.
O zaman anladım ki kalkınmış ülkeler vatandaşlarının fedakarlıkları ve azmi sayesinde bu seviyeye gelmiş ve dünyaya meydan okumuşlardır. Öyle bizim gibi hamaset edebiyatlar yaparak bu ülkeyi seviyorum, milliyetçiyim, doğruyum, dürüstüm ve ülkemin kalkınmasını elbet isterim türü sözler boş ve anlamsız kalıyordu. Tüm mesele bunu fiiliyata geçirmek ve bu ülke yani ülkesi için elini taşın altına bırakmak ve fedakârlık gösterebilmekti.
Sorduğunda hiçbir şeyden memnun olmayanlar ve hep şikâyet edip işlerin kötü olduğu ve düzelmez denilen kişilerle karşılaşmış ve mutlak yanlarınızda olmuşlardır. Bunlar değişik iş gurubundan insanlarda olabilir. Ve can alıcı şu soruyu kendilerine sorduğumuzda “Arkadaşım yaptığın işin hakkını veriyor musun? Bu iş için neler yaptın? Bu işte bu memleket ve bu ülke neler kazandı? Bu işte çalışırken hangi fedakarlıkları yaptın?
Hangi fedakarlıklarda bulundun?
Ve büyük ihtimalle ağzımızda sakız olmuş şu cevabı alırsınız.
“Bu vatanı ben mı kurtaracam!”
İşte bütün mesele.
Bir fedakârlık yapabildiğimiz an bu vatanı herkesten çok sevecek ve bu vatanın kalkınması için bir desteği de sen vermiş olacaksın.
Haksızlıklar mı? Onları da en asgari seviyeye indireceksin.